20 Mart 2013 Çarşamba

hepsi.

böyle konuları pek sevmem ama anlatmak istedim. burdakilerin Türk anlayışı hakkında. şimdi nerden başlasam bilmiyorum. çoğu kişi biliyodur az çok yurtdışındaki Türk algısını, ben de burda denk geldiğim, karşılaştığım ve duyduğum yorumlardan bahsetmek istiyorum.

ilk olarak insanlar bizim dilimizin Arapça olduğunu zannediyorlar. alfabemizin arapça gibi olduğunu düşünüyorlar. bir kaç kez Türküm diyince abdullah öcalandan bahsetmeye başladılar! Türkiye'nin içinde ayrıca kürdistan diye bir devletin olduğunu söylediler! böyle bir devlet olmadığını ancak Kürtlerin de rahatça yaşayabildiklerini anlatmaya çalışıyorum. aslında bu önyargıların (önyargı demek çok doğru olur mu bilemiyorum) sebepleri elbette ki var. bu konuya pek girmek istemiyorum.

burayla kültür farklılığımız olduğu açık ve net. ne kadar avrupalıyız artık desekte daha olamadık maalesef.  avrupalı olmak çok mu önemli derseniz değil tabiki ama kafa yapısının değişmesi şart. burda Türkiye'yi kurtaracak değilim. ama klişeleşmiş sözler aslında klişe olmaktan öte birer gerçek. Türkiye'nin geri kalmış bir devlet olduğunu düşünenler bazı konularda yanılsalar da böyle düşünmelerinin nedeni; bizim "rahatlık" diye adlandırdığımız şeylerin aslında insan yaşamında normal olmasıdır. Aslında anlatmak istediğim şeyi bir arkadaş çokta güzel açıklamış biraz uzun ama okumanızı tavsiye ederim ;


Yayınlandığı Tarih: 19-03-2013 | Yazar: Meçhul Muhayyil
Kaynak: http://biletsiz.com/bir-gune-kac-utanc-sigabilir/

Bir güne kaç utanç sığabilir?

Merak ediyorum, Türkiye, bir gününe kaç utanç sığdırabilir? Bunun bir sayısı, sınırı var mıdır? Yoksa, artık öyle bir ebada ulaştık ki, umursama sınırının ötesinde miyiz? Kötülük bu kadar mı kanıksandı bu coğrafyada? Zulüm bu kadar mı normal?

Bursa’nın Mudanya ilçesinde, biri Fransız, diğeri Polonyalı, değişim programıyla Türkiye’ye gelen iki kız üniversite öğrencisi çadır kurmuş. Avrupalı kızların bu naifliği gözlerimi kamaştırıyor. Tüm dünya Avrupaymışcasına, her yerde güçlü, kendi ayakları üstünde, birey olarak yaşama istekleri, o sonuna kadar hak ettikleri tatlı şımarıkları beni büyülüyor. Hadi, Türkiye’ye gidelim diyorlar. Hiçbir şey umurlarında değil. Doğal birer devrimciler ama öylesine saf ve temizler ki, böyle bir berraklığı Türkiyeli kızlarda bulmak imkansız mesela. Yalnızca onların suçu değil tabii ki bu, hatta belki de tamamiyle biz erkeklerin suçu bile denebilir. Takım elbisesinin altında şeyh yatan, Batı görünümlü Doğulular olduğumuz için, karşımızda hayatta kalabilmek için saflıklarını tüketmek zorunda kalıyorlar. Edep, haya, namus üçgeninde hayatı güvercin tedirginliğiyle yaşamak zorunda bırakılmış bir kadına, içten pazarlıklı olduğu için kızamazsın. İçten pazarlıklı olmasa yaşayamaz. Bu coğrafyada bir kadına erkekler hakkında ilk öğretilen, hepsinin birer hayvan olduğudur. Eğer av olmamak istiyorsa, hayatta kalmak istiyorsa, bu gerçeği kabul etmeli ve buna göre yaşamalıdır. Kabul etmiyorsan, av olmayı seçiyorsan, bu coğrafyada erkeğe insan olarak bakan kadına, orospu derler. Yaşatmazlar. Sanıyorum ki dünya üzerinde hiçbir memlekette, bir kadının karakteri bu kadar tahribata uğratılmamıştır. Doğu ile Batı arasında kalmış ucube memleketimde hayat, mutsuz etmek üzerine kurulu.

Tabii Avrupalı kızlar bunun farkında bile değil. Gece karardıktan sonra kadınların tecavüz, taciz ve hakaret korkusuyla dışarı çıkamadığı bir kültüre öylesine uzaklar ki. Bizlerin aksine, kötülük sıradan değil onlar için. Kötülük sahiden, kötü ve işte tam da bu nedenle, insanlardan kötülük beklemiyor. Onun için belki bir heyecan, bir oyun.. insanların kötü olabileceğine olan inançları o kadar az ki, Ortadoğu, sonu kötü bitmesi çok küçük bir olasılık olan ancak bir lunaparak kadar tehlikeli bir yer. Denizin kenarına kurdukları o çadır da, içinde uyudukları o uyku tulumu da işte bu oyunun bir parçası yalnızca.

Önce, Güzelyalı yat limanı ilerisinde Beyazkayalar sahiline kurmak istemişler çadırlarını. Duyarlı vatandaşlar uyarmış (herkes her şeyin farkında, biliyor sahip olduğu kültürün ne mal olduğunu), burası güvenli değil demiş. Onlar da pes etmemişler, bu sefer gidip vatandaşlar tarafından görülmeyecek daha tenha bir yer bulup çadırlarını kurmuşlar. Tabii, kendi karakterini ancak başkaları üzerinden kurabilen bir ulus olduğumuzdan kimse gözümüzden kaçmaz; vatandaş yine görmüş ve polise bildirmiş. Sonra polis gelmiş, çadırdan çıkarmış bu iki genç kızı. Sonra açıklamışlar, yarım yamalak Türkçeleriyle, insanlar deniz kenarının tehlikeli olduğunu söylediği için, parkın içine çadır kurarak kamp yapmak istediklerini belirtmişler. Polisi görünce, şaşırmışlar ve korkmuşlar ama polisin onlara yardım etmek için geldiğini öğrenince mutlu olmuşlar. Polis, yağış olacak çadırda kalamazsınız hem güvenli de değil, demiş. Ama kızlar, tınmamış bile, alışığız demişler, biz kamp yapmaya,

“Biz çadırımızda rahatız. Uyku tulumu olduğu için üşümüyoruz. Ayrıca bize tacizde bulunulacağını da sanmıyoruz. İlginize teşekkür ederiz”

Polis sabaha kadar çadırın etrafında nöbet tutmuş.
Polis, diyorum, sabaha kadar çadırın etrafında nöbet tutmuş. Kötülük öyle sıradan ki, şu cümleyi öylece okuyup geçebiliyoruz. Polis, sabaha kadar çadırın etrafında nöbet tutmuş.
Neden?
Tecavüze uğramasınlar, öldürülmesinler diye.
Polis, sabaha kadar denizin kenarında kamp kuran iki kız öğrencinin başında, başlarına bir şey gelmesin diye nöbet tutmuş.

Bu nasıl bir utançtır farkında mısınız? Bir halka, bir kültüre bundan daha ağır nasıl bir hakaret edebilirsin ki? Ve bu fevkalade küfrü biz kendimize ediyoruz, kimseye ihtiyacımız yok. Herkes, her şeyin farkında; herkes nasıl bir millet olduğumuzun, nasıl bir kültüre sahip olduğumuzun bilincinde; kötülük hepimizin içinde, karakterimizin bir parçası olduğu için o iki kızın başında nöbet tutulması hiçbirimize garip gelmiyor. Bu coğrafya, bu kültür, tecavüzcülerle, katillerle empati kurabilecek kadar kötülüğü herkese veriyor; hepimizi, kötülüğe ortak ediyor.

Orada, o çadırda, bir Ortadoğu oyunu oynayan iki kız ile aramızda kelimelerle anlatılamayacak öyle derin ontolojik farklar var ki. Onlar, bir insanın gece yarısı çadırlarına dalıp, kendilerine tecavüz edebileceğine, öldürüp bir ormana atabileceğine inanmıyor. Onlar iyi, biz kötüyüz.

Öyle iyiler ki, polisi görünce şaşırmışlar. Halbuki aynı günün gazetesini açsalar, otostopla barış yürüyüşüne çıktığı Türkiye’de, ‘kimsenin beklemediği’ ama kimseyi de şaşırtmayan bir şekilde tecavüz edilip öldürükten sonra ormana atılan Pippa Bacca’dan sonra, ABD’li Sarai Sierra’nin katilinin itiraflarını okuyabilirlerdi.

“Olayın olduğu gün sabah 9’dan beri tiner ve alkol aldım. Kadın rayların üzerinden bana doğru geldi. Öpmek istedim. Telefonuyla kafama vurdu. Ben de can havliyle vurunca raylardan dehlizin önüne düştü. Orada yarım saat boğuştuk ve tekrar kafasına vurdum”

O çadırın başına dikilen polis ve tüm bu olan biten karşısındaki ulusal anlayış, bu coğrafyada kötülüğün münferit olmadığının itirafıdır.

Ortadoğu’da en nefret edilen, tahammül edilemeyen, müsamaha gösterilemeyen figür ateist, komünist, anarşist vs. değil, cesur ve güzel bir kadındır. Bu nedenle, bir kadına her şeyden önce haddini bilmesi öğretilir. Yabancı kadınlar kendi kültürlerinde böyle bir tedrisattan geçmediği için, Ortadoğu erkeğinin gözünde orospudur.

İstanbul’da yaşayan gazeteci ABD’li Alyson Neel’in röportajında bahsettiği gibi,

- Türkiye’ye ilk geldiğimde çok sevdiğim, Türk bir aileyle altı ay kaldım. Kültüre dair öğrenebileceğim her şeyi öğrenmeye çalışıyordum. Bana Türkçe öğretirken “maşallah”, “inşallah” dediklerinde bayılmıştım. Sırf “maşallah” diyebilmek için bebek görmek istiyordum. Sonra yaşlıca ürpertici, pis bir adam beni süzüp ve vurgulu bir şekilde “maşallah” deyince iğrendim kelimeden. Sorun kelimede değildi, ama söyleniş tarzı başka bir tacizde söylenen “Benimle seks yapmak ister misin” cümlesi kadar kötü hissettirdi. Bir sefer sabah sekizde işe giderken bir adam beni takip etmeye başladı. Bir süre sonra kolumu kavrayıp “Seks yapmak ister misin” dedi. “Ciddi olamazsın” deyip kaşlarımı çattığımda “Oo İstanbul good, İstanbul good” dedi. Başka bir zaman da üstüme tükürüldü. Kedi çağırır gibi “Pis pis pis” dedi adam. Bir gün de baharat dükkânındayken biri köpek gibi ulumuştu.

- İstanbul’da geçirdiğiniz iki senede bu tacizlere karşı nasıl savunma mekanizmaları geliştirdiniz, sizde nasıl bir değişim oldu mu?

Sokaktaki davranışlarım tamamen değişti.

- Nasıl?

Örneğin, giyimim. İstanbul’a ilk geldiğim aylarda tacize uğradığımda kendi hatam olduğunu düşündüm, çoğu taciz kurbanı gibi. “Kültüre yeterince hassas değilim, doğru giyinmiyorum” dedim. Ve altı ay boyunca kocaman kıyafetler, uzun etekler giydim. En kötü deneyimim Üsküdar’da uğradığım tacizdi ve üstümde kocaman bir palto, sıfır makyaj vardı. Sonra diğer kadınlarla da konuştuğumda, “Hayır, hepimize oluyor” dediler. Ne giydiğin hiç önemli değil. Sokak tacizlerinin seksle, flörtle alakası yok. Yaşlısı da, genci de, tayt giyeni de, kaban giyeni de tacize uğruyor.
Eski kıyafetlerime geri döndüm, ama hâlâ yolda gülümsemiyorum, göz teması kurmuyorum. İlk başlarda otobüse bindiğimde açık alanda duruyordum, tacize uğrayınca değiştirdim. Hakkımda söylenenleri duymamak için kulaklık takıyorum. Türkçe bilmediğimi düşünüp mesela “Ne kadar” diye soruyorlar.

- Sizce, tecavüz ve taciz hangi aynı kökenden geliyor?

Cinsiyetler arası ayrımcılıktan. İkisinde de erkekler, kadınlara bunları yapabileceklerini düşünüyorlar ve yapıyorlar. Çünkü karşısındaki insanı eşiti olarak görmüyorlar. Kendimi bir erkeği taciz ederken hayal ediyorum; benzer şeyleri yapıyorum, poposunu sıkıyorum, rahatsız olacağı şeyler söylüyorum. Ama kafamda bile devam edemiyorum, çünkü o bir insan. Sorun da burada, onlar beni aynı şekilde görmüyor.

Böyle bir şey yaşadıktan sonra anlattığımda da “Ne giyiyordun” diye soruyorlar. Ne önemi var ki! Açık giyinsem ne olacak? Bu kimseye bana dokunma veya taciz etme hakkı vermiyor. Gülsem ne olacak? Bu tecavüz etme hakkı mı veriyor? Hayır. Bu sorudan nefret ediyorum. Hiç taciz edenlere “Ne giyiyordun” diye sorulduğunu gördünüz mü? Beni asıl rahatsız edense taciz sonrasında arkadaşlardan, gazetecilerden duyduğum “Büyütülecek bir şey yok” sözleri.
Bunları duymak şaşırtımıyor değil mi?

‘Tacize karşı yardım istediğim polislerden çıkma teklif edenler oldu’ demiş en son Neel.
İşte böyle bir yer Ortadoğu, kötülük asla şaşırtmıyor.

3 yorum:

  1. Alıntı yapılarak aktarılan yazıya cevap olarak kendimce bir yorum yazmayı düşündüm. Gerçi yazıya, yazının yer aldığı sitede yanıt vermek daha makul olabilirdi ancak o sitede yorum yazmak mümkün değil ayrıca bu yazıdan Bige'nin blogunda haberdar olduğuma göre yanıtı da burada yazmamda bir sakınca olacağını sanmıyorum. Bunun yanında, Bige alıntı yapılan yazının kendi görüşlerini yansıttığını ifade ettiğine göre bu yorum ona da bir cevap niteliğinde olabilir.

    Bugün Batı medeniyetinin nimetlerini, yarattığı kavramları ve düşünce sistemlerini sanki dünyanın en tabii hakkıymış gibi tepe tepe kullanıp ondan sonra o medeniyete sövmek veya en azından dokundurmak genel geçer bir tavır halini aldı. Bu yazı ise daha başından itibaren Batı medeniyetine yönelik olumlu bir yaklaşımı olduğu izlenimini edindiriyor. Bu olumlu ton bu günlerde arayıp da bulamadığım bir tondur.

    Yazıda, Anadolu'nun bir ilçesinin bir parkında çadırda kalan iki Avrupalı kızın polis tarafından korunması gibi bir Avrupalının da bir Ortadoğulunun da aklının almayacağı bir hadise anlatılıyor.

    Bir Avrupalının aklı bunu neden almaz? Çünkü, Avrupalı zaten Avrupalıdır. Avrupa'da kızlar canları nerede isterse orada kamp kurarlar. Tecavüze uğrayabilirler ama tecavüze uğrama ihtimalleri kamp kuracakları yere giderken trafik kazası geçirme ihtimalleri kadardır. Yani, tecavüz ihtimal dahilindedir ancak bu göz ardı edilebilecek bir ihtimaldir.

    Bir Ortadoğulunun aklı bunu neden almaz? Çünkü, Ortadoğulu Avrupalı değildir. Ortadoğu'da kızlar kamp yapmazlar, çadırda kalmazlar. Kendi başlarına gezip tozmazlar. Böyle birşey yapmaları halinde tecavüze uğrarlar veya öldürülürler bile diyemiyorum zira bu işe kalkışmaları ilk andan itibaren imkansıza yakındır.

    Hem Batılıya hem de Ortadoğuluya tuhaf gelen bu hadisenin Türkiye'de yaşanmasının nedeni, Türkiye'nin özünde Batılı olmayan ve samimiyetle Batılılaşmaya çalışan veya bunun kaçınılmaz olduğunu hisseden veya istemeye istemeye de olsa bunun gereklerini yerine getirmek zorunda olan bir toplum olmasıdır.

    Sebep her ne olursa olsun (samimi istek, mecburiyet, dayatma vs.) Türkiye yeni bir şeyi (Batılılaşmayı) öğrenmeye çalışan bir toplumdur.

    Yeni bir şeyi öğrenmek zordur; bu zorluk öğrenilen şeyin kişiye ne kadar yabancı olduğuyla doğru orantılıdır ve dolayısıyla o oranda zaman alır.

    Türk toplumunun Batılılaşmayı öğrenmesini bir Türk çocuğunun İngilizce öğrenmesine benzetebiliriz. Türk çocukları da aynen yukarıda tarif etmeye çalıştığım gibi samimi bir istekle veya bir mecburiyetle İngilizce öğrenmeye çalışırlar.

    Bunların bazıları yabancı bir dili öğrenmek için gerekli olan makul sürede temel İngilizceyi öğrenirler ve daha sonra öğrenme hızları katlanarak artar. Bir süre sonra İngilizce'de ustalaşırlar, İngilizce yazılmış kitapları okuyabilirler, İngilizce'nin ciddi bir gereklilik olduğu işlerde çalışabilirler.

    Bunlardan bazılarıysa aylarca ister samimi ister mecburi bir çaba içerisinde olsunlar İngilizce'nin temelini öğrenemezler. Birkaç yüz tane kelimeyi ve örnek cümleyi ezberlerler. Çat pat İngilizce konuşurlar. Bunlardan bazıları başarısızlıklarını samimiyetle kabul ederlerken diğerleri kendilerinin aslında İngilizce'yi iyi bildiklerine kendilerini ve çevrelerini inandırırlar – ki en yaygın olarak en son tarif ettiklerime rastladığımı düşünüyorum.

    YanıtlaSil
  2. Pek az Türk çocuğu entelektüel bir çıkarım yaparak İngilizce öğrenmeyi reddeder. Hayatımda bu tercihi yapan sadece bir kişiyi şahsen tanıdığım için bu kategoriyi es geçiyorum. (Kendisi, ünlü bir mimardır.)

    Şu halde, alıntı yapılan yazının yazarı Meçhul Muhayyil'in Batılılaşma macerasını, İngilizceyi makul sürede öğrenip kendisini bu konuda daha da geliştiren Türk çocuğuna benzetebiliriz. Meçhul Muhayyil Batılılaşmıştır.

    Anadolu'nun o ilçesinin halkı ise belki henüz Batılılaşamamıştır, belki de bunu hiçbir zaman başaramayacaktır.

    Yukarıda verdiğim örnekten devam edersek, bu ilçenin halkı Past Tense ile Present Perfect Tense ve onunla Past Perfect Tense arasındaki farkı anlamamıştır. “The” denen harf-i tarifin ne olduğunu pek idrak edememiştir. Ne işe yaradığını bilmemektedir. Sonuçta anlayıp anlayamayacağı, bilip bilemeyeceği şüphelidir.

    Özetle, Batılılaşma, aynen yabancı bir dili öğrenmek gibi bir öğrenme sürecidir. Hata, yanılma, saçmalama ve öfke öğrenme sürecinin doğasında vardır. Ve, bir öğrenme sürecinin olumlu sonuçlanıp sonuçlanmayacağı ve bir sonuca varılacaksa bile bunun ne kadar zaman alacağı kesin olarak bilinemez.

    Peki, yazarın Batılılaşamamış olanlara yönelik öfkesi nedendir? Onlara kızmasına neden olan hislere pek tabii ki sahip olabilir – ki bu hisler sorgulanamaz, zira kimse hislerinin mantıksal hesabını vermeye zorlanamaz. Nitekim, ben de bu öfkeyi çoğu zaman paylaşıyorum.

    Yazının başlarında ve sonlarında Avrupalıların iyi, Ortadoğuluların kötü olduğuna benzer önermeler var. İyilik Batıda normalken kötülük Ortadoğu'da şaşırtmıyor, deniyor.

    Burada kastedilen “iyi” ve “kötü” hangi anlamdadır? Genetik bir üstünlükten mi söz edilmektedir? Sözü edilen şey kültürel bir üstünlük veya gerilikse geri olan nasıl olmuş da binlerce yıldır ayakta kalabilmiştir?

    Batı medeniyetinin bu özgürlük ve rahatlık atmosferini yaratırken geçtiği zorlu yollar olmamış mıdır, birçok insan gelecek nesillerin keyfini çıkartacağı bu özgürlük ve rahatlığın bedellerini yeri geldiğinde canıyla ödememiş midir ve yine yeri geldiğinde büyük bedeller ödenmeyecek midir?

    Yazarın, Batılılaşma macerasında geri kalmış toplum kesimine getirdiği eleştiri somut olarak nedir?

    Entelektüel bir birikime sahip olduğu belli olan, kalemi kuvvetli bir yazardan bu konularda “onlar iyi, bunlar kötü” demenin ötesinde daha sağlıklı bir değerlendirme yapmasını beklerdim.

    Türkiye'de yaşanan sosyal tuhaflıkların etrafında birçok mizah ve bu örnekte olduğu gibi öfke eseri veriliyor. Yapılan bazı tahlilleri başarılı bulsam da yazarın bu konu üzerinde daha titizlikle durması gerektiğini sanıyorum.

    (Yazının son kısmında yer alan Amerikalı gazetecinin söylediklerini ise değerlendirmeye değer bulmadım.)

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. çoğu şey gibi bu da Türkiye'de yarım kalmış bence. birşeyler yapılmaya çalışılsa da bilgi eksikliği ya da aslında bunu gerçekten istememe sebeplerinden dolayı "batılılaşma" da yarım kalmıştır.

      son kısımda bahsedilen Amerikalı gazetecinin söylediklerine aslında katılıyorum. bu demek değil her kesimde durum böyle ama bir bayan olarak yaşadığım olaylardan pay biçersem pete yalan olduğunu söyleyemem.

      Sil